Hashim Cabrera ile Söyleşi

WhatsApp Image 2019-12-24 at 15.01.57 (3)

 

Konuşan ve Türkçeye çeviren:

İbrahim Aybek

Hashim Bey’le bir süredir mektuplaşıyoruz. Her ne kadar onu kitaplarından tanısam da fiziksel olarak ilk kez tanıyacak olmanın heyecanı içindeyim. Biraz heyecanla arabayı Kurtuba’ya doğru sürüyorum. Yol boyunca Endülüs’ün zeytin ağaçlarıyla, düzlüklerle ve akarsularla dolu manzaralarını seyrediyorum. Ara ara yol kenarında bir kale etrafında oluşmuş minik kentleri görüyorum. Bu kalelerin birçoğu Müslümanlar tarafından yapılmış, çoğu günümüze kadar çok iyi korunmuş durumda.

Kurtuba’ya 20 km uzaklıktaki Almodavar Del Rio kasabasına gelince cebimden Hashim Bey tarafından verilmiş adresi çıkarıp haritada aratıyorum. Böyle bir yer bulunmayınca adresi daha dikkatli inceliyorum, şöyle yazıyor: “filanca yoldaki filanca ev, numarası yok.”

Gece karanlığında bir oraya bir buraya gittikten bir süre sonra bir siluet görüyorum ve yolu soruyorum. Adrese bakıyor, böyle bir adres yok diyor. Hashim Bey’i aradığımı söyleyince, gülerek ‘öyle desene be adam’ diyor. Ve yolu tarif ediyor. Yaklaştıkça Almodavar Del Rio Kalesi’nin heybetli bağrına doğru giden bir yolu izliyorum. İçimden gelen ses, galiba Hashim Cabrera bu kalede oturuyor, diyor.

Nihayet Hashim Bey oğlu ile beni karşılıyor. Arabayla birden kentin haritada ismi geçen sokaklarından, caddelerinden, modernitenin bütün “özdeşleşmelerinden” sıyrılıyoruz. Âdeta boyut değiştiriyoruz. Toprak bir yolda ilerlerken devasa bir takın içinden geçiyoruz, yolun kenarından tavşanlar atlıyor. Burası sanki, manevi bir koruma altında, bu koruma hayvanlara bile bir güven veriyor ve insanlardan kaçmıyorlar. Nihayet eve geliyoruz.

İspanya geleneklerine göre ayakkabıyla girdiğimiz ev oldukça enteresan. Evin koridorlarının, kapılarının, pencerelerinin hiçbiri mimarlık açısından ön tanımlı standart ölçülere, Neufert ölçülerine uymuyor. Bir kapı var yüksekliği 2,5 m, eni 60 cm, diğer bir kapı yüksekliği 1,6 m iken eni bu sefer 100 cm. Evin iki kolu var, bir kolunda ev sahibi ve misafirler kalıyor. Diğer kolunda ise evin ehli kalıyor. Bu kollar ortadaki son derece yüksek tavanlı, şömineli bir salonda buluşuyor. Salonun kıbleye bakan uç kısmında ise halı ve seccadeler serili. Orası sürekli mescit olarak namaz kılmaya her daim hazır olarak bekliyor. Evin her yerinde birbirinden ilginç sanat objeleri ve süsler varken mescit kısmı Hashim Bey’in imanı gibi besberrak. Oldukça sade bir dekorasyon görülüyor.

Evin hemen bitişiğinde bir atölye var. Burada sanatsal ve fikirsel çalışmalar icra ediliyor. Evin etrafı ormanlık alanla çevrili. Bahçenin bir bölümüne Hashim Bey Japonya’dan getirdiği bambuları dikmiş. Bahçe ise Almodavar del Rio Kalesi’ni tam karşıdan gören bir yamaç şeklinde aşağı doğru iniyor. Mevsim kış olmasına rağmen bahçe harika görünüyor.

Evin içi oldukça kalabalık. Hashim Bey’in çocukları ve torunları var. Hashim Bey çocukları çok seviyor. Sürekli onlara şakalar yapıyor. Hepsi ile beni tek tek tanıştırıyor.

Daha gelir gelmez kırk yıllık arkadaş gibi sohbete koyuluyoruz. Karşımda çocuksu bir heyecana sahip bir dost, aynı zamanda da deruni bilgi ve deneyimi karşısında ezildiğim bir düşünür olduğunu çok iyi hissediyorum. Konu Japonya’dan açılıyor, Hashim Bey bir yerlerden çıkardığı Japon flütünü büyük bir ustalıkla çalıveriyor. Bizde de bunun aynısı var demeye kalmadan, bir yerlerden ney çıkıveriyor, ağızlığı olsa çalacak, ağızlığını bulamıyor, yine de deniyor. Sanırım o anda konu Eskimoların müzik kültürüne gelse onların müzik aletleri de bir yerlerden çıkacak.

Sofraya geçiliyor. Hashim Bey, sofranın kurulmasında kaldırılmasında bizzat kendi görev alıyor. Evdeki hanımlar çocuklarla meşgul olurken erkekler elbirliği ile mutfak işlerini hallediyor. Bir yandan koşuştururken bir yandan Peygamberimizin (s.a.v.) eşlerine nasıl yardım ettiğini anlatıyor. Mutfaktaki masa sandalye Orta Çağ’dan kalmış gibi duruyor. Evde muhteşem bir nizam var. Çöpler ayrıştırılıyor. Arta kalan gıdalar bahçedeki hayvanlara verilmek üzere ayrılıyor. Hashim Bey tavuklara yem vermeye çıkıyor, dönerken kapının yanında dizdiği odunlardan birini alarak şömineye atıyor. Hiçbir geliş gidişini boş yapmıyor. Bu nedenle kapının etrafında bir seferki gidişte taşınması gereken şeyler dizili duruyor. Odunlar, çöp, su testisi vesaire.

Sonra yeniden sohbete dalınıyor, Mevlâna’dan, Yunus Emre’den, hatta Nasreddin Hoca’dan, Osmanlı’dan, İbn Arabi’den, İbn Masarra’dan, modern Müslümanlardan konular üzerine konuşuluyor. Söz Sabora Uribe’ye gelince, ortama bir hüzün çöküyor. Modern İspanya’nın ilk öncü Müslümanlarından olan Sabora Hanım’ın şehit edilmesinin üzerinden tam 20 yıl geçmiş. Hashim Bey sadece bir din kardeşini değil, aynı zamanda bir dava arkadaşını, bir komşudan öte bir can dostunu yitirmenin acısını halen çok taze yaşıyor. 90’lı yıllarda Müslümanlar olarak yaşadıkları baskıları, zaman zaman cumaya dahi gidemeyişlerini anlatıyor. Bu baskıların günümüze olan uzantılarından bahsediliyor.

Derin derin düşüncelerden, sohbet açılırken Hashim Bey dilinden zikri de hiç düşürmüyor. Bir fikrini açıklıyor, Allahu a’lem diyor. Bir kolaylıktan bahsediyor, elhamdülillâh diyor. Bir zorluktan bahsediliyor, Allah her şeye kadirdir diyor. Boynunda kolye gibi takılı bir tesbihi çıkararak çekmeye başlıyor. Çekmesi bittikten sonra geri boynuna takıyor.

Röportaja geçmeden önce kısaca özetlemek gerekirse Hashim Bey baştan aşağı bir İspanyol, baştan aşağı bir Müslüman, baştan aşağı bir Endülüslü olarak İspanya’da hayatına devam ediyor. (19.01.2019)

Öncelikle merhaba, burada beni ağırladığınız için çok teşekkür ederim. Türk okuyucuların sizi biraz tanımaları için sanatsal kariyerinizden biraz bahsedebilir misiniz?

Bismillâhirrahmanirrahim. Profesyonel kariyerim 1971 yılında başladı ve kariyerim temel olarak yazılı ve plastik çalışmalardan oluşmaktadır. Yani bu iki alanda 48 yıldır çalışıyorum. Eğer bu yarım asırlık çalışmayı özetleyecek olursak ilk etapta biçimlerle, temel tekniklerle (yağlı boya, sulu boya yani geleneksel resim teknikleri) ilgili bir öğrenim sürecine ve geleneksel şairlerin ilk okumalarına adanan belirli devirleri olduğunu söyleyebiliriz. Sonrasında da çeşitli sorunsallar ve konular barındıran fazlarla geçtiğini…

Şunu belirtmek isterim ki, plastik üretim ile yazınsal ve kavramsal araştırmaları her zaman birlikte yürüttüm. İlk on ya da on beş yılın ardından (1980 ya da 1982 yıllarına kadar) resim sanatının geleneksel türlerine (manzara, portre, bodegon vb.) odaklanarak belirli düzeyde büyülü gerçeklik akımının içine sürüklenmiştim, bununla birlikte şiirlerden çokça ilham alan bazı edebî yazı denemeleri gerçekleştirdim. 80’li yılların başlarına kadar Fernando Teixidor ya da José Guerrero gibi önemli çağdaş İspanyol sanatçılarıyla temas kurdum. Onların sayesinde kalıpların dışındaki keşif dünyasına adımımı attım.

Bir dönem, belki on yıl boyunca süren “Doğa ve Kültürler” dönemi olarak isim verdiğim döneme bu şekilde girmiş oldum. Bu dönemde kaygım bütün Batı sanatının ve genel olarak sanat tarihinin başından itibaren bütün güzel sanatların içinden geçtiği büyük sanat akımlarını eritmek ve sentezlemekti. Bir taraftan natüralist, taklitçi ve ekspresyonist akımlar, diğer taraftan konstrüktivist, analitik, geometrik akımlar.

Her iki eğilimin de içimde olduğunu seziyordum. Kendimi konstrüktivist ya da ekspresyonist sanatçı olarak göremiyordum. Bir yönüyle her iki şeyi birleştirme, birbirine uydurma çabası içindeydim. Bu durum yaklaşık on yıl sürdü. (80’li yılların ortalarından 90’lı yolların ortalarına kadar). Bu durumda tek bir çalışma alanında, tek bir tuvalde belki de fırça darbeleri, jest ifadeleri ve geometrik formlar (üçgenler, kareler…) birlikte yer alıyorlardı.

Sonraları 1987 yılında İslamiyet’i kabul etmemle birlikte, içinde bulunduğum durumla, plastik sanatçı olma durumumla ilgili Müslüman bir sanatçı kimliği taşımamı da denkleme dâhil etmeye başladım ve poligonlardan oluşan ağları, geleneksel biçimleri araştırmaya başladım. Bu sırada şansıma annemin bulduğu bir kutu bana ulaştı. Bu kutuda makasla kesilerek yapılmış delik kartonlardan oluşan bazı desenler vardı, görünüşe göre bunları dedem yapmıştı.

Benim dedem Hristiyandı ve bu el işlerini tespih çekerken yapardı. Tesbih derken, Hristiyan tesbihi. Biz Müslümanların tesbih ile zikir çekmesi gibi Hristiyanların da “rosario” ismini verdikleri tesbihleri var. Dedem “rosario” ile zikir çekerken, bir yandan bu kartonları kesiyormuş ve birbirinden ilginç geometrik örgüler ortaya koyuyormuş. Bunları farkında olmadan, bilinçaltından yapıyordu.

Bu biçimsel örgüleri inceleyince, 20. yüzyılın başında Kurtubalıların toplumsal bilinçaltlarında oldukça zengin bir biçimsel miras yattığını fark ettim. İslam sanatına, Hristiyan sanatına, Yahudi sanatına, Cermen sanatlarına ait biçimlerin… Bütün bu biçimsel gelenekler yaklaşık 400 örneğini halen sakladığım bu basit kartonlarda yansıtılmaktaydı. Bu durum bana biçimsel gelenekleri araştırma fikri verdi, özellikle de dekoratif geometrileri.

Bu geleneklerin çoğu sadece bezemeden ibaret değiller, onların hepsinin soyut manaları var. Bu dönem Vassily Kandinsky, Paul Klee, Piet Mondrian, Joseph Alberts gibi 20. yüzyılın büyük sanatçılarını ve sanat teorisyenlerini keşfetmeme denk geldi. Aynı zamanda da 90’lı yıllarda Japonya’ya, Kyushu’da bulunan Shimebaru Çağdaş Sanat Müzesine yaptığım bir seyahate denk geldi. Burada Japon kireci, ahşap, bambu vb. sanatıma dâhil edeceğim bir dizi malzemeyi tanıma imkânı buldum ve birbirinden uzak kültürler arasındaki bağları aramaya başladım. Yani disiplinler arası ve kültürler arası bir çalışma geliştirmeye başladım.

Kabartmaları olan resimler yaptım, kabartmaları heykellere çevirdim; tuvali tahtayla, camla, oymayla, fotoğrafla, serigrafi ile karıştırdım. Böylelikle İslam sanatında da natüralist ekspresyonizmle geometrinin belirli kural ve ölçülere oturtulması arasında da aynı gerilimin doğduğunu fark ettim. Bu gerilime İslam sanatında Tastir (istifleme) ve Tevrik denmektedir, yani poligonal geometri ve bitkisel arabesk geometri. Bu araştırmadan İslam ve Çağdaş Sanat isimli araştırma doğdu.

Bu gelişim 20. yüzyılın bitmesiyle son bulmaktadır. O tarihten itibaren biçimsel geleneklerle ve biçimlerle çok ilgili olduğumu ancak çok önemli bir elementi, rengi es geçtiğimi fark ettim. Böylelikle 21. yüzyılın başlarından günümüze kadar renk konusunun en temel kaygı olduğu bir çalışmaya başladım. Bu araştırmanın sonucunda “İşrak, Ruhun Renkleri” isimli denemeyi ürettim. Günümüzde belki de susma, hiçbir şey söylememe vaktim gelmiştir.

Bir deyiş der ki, coğrafya kaderdir. Siz de Endülüs’ün beşiği denebilecek bir şehre, Kurtuba’ya, oldukça yakın bir yerde yaşıyorsunuz. Kendinizi Yeni Endülüslü olarak görüyorsunuz. Yaşadığınız coğrafya kişiliğinizi nasıl etkiledi?

Her birimizin yaşadığımız kültürden, konuştuğumuz dilden, alışkanlıklarımızdan, tarihimizden ve geçmişimizden kaçınılmaz şekilde etkilendiğimize inanıyorum. Endülüs kültürel mirasının, somut olarak Kurtuba kültürel mirasının, ilk başta yerel ögelerin, sonrasında doğulaştırıcı ögelerin (Bizans ögelerinin), Cermen ögelerinin, Roman ögelerinin, İslam ögelerinin ve Avrupa ögelerinin bir çeşnisi olduğunu düşünüyorum. Kurtuba bütün bunların bir sentezidir, önemli bir kültürel karışımdır. Kurtuba “üç kültürün şehri” unvanını almıştır. Bu durumun Kurtubalıların benliğinde ve bilinçaltlarında şu ya da bu şekilde bulunduğuna, yaşadığına inanıyorum.

Belki de bu sentetik gaye, farklı olanları, ayrışık olanları parçalanamaz bir vahdaniyette uzlaştırma, birleştirme hevesi benim kişisel ve mesleki yolculuğumda da bariz şekilde var olan bir etmendi. Kurtuba bu ruhu, bir buluşmanın ihtişamını, harika ve yaratıcı bir karışımı temsil etmektedir. Her şeye rağmen maalesef bu durum çok sürmemiştir. İslamiyet Endülüs’te sekiz asır hâkim oldu diyoruz. Evet doğru, Müslümanlar sekiz asır vardı ama bu kültürel ihtişam o kadar kalıcı değildi. Daha az süre ayakta kaldı. Hakiki manada kültürel ve sanatsal parlak dönemin iki ya da üç asır sürdüğünü düşünüyorum.

Tarihte geleneksel İslam uygarlığının batıda eriştiği en uç nokta, sınır noktası İberya yarımadasıydı, İşrakilik düşüncesinde sık sık atıf yapılan “araf âlemi”, “yaratıcı tasavvur âlemi” ile bu coğrafya arasında bir ilişki kurulabilir mi?

Endülüs’ün hudut olma niteliği sadece İslam’la ilgili değildir. Ondan önce de, Roma’dan önceki dönemde de, Tartessuslar* zamanında da bu böyleydi. Buralar, yazının, yazılı kanunların ve oldukça saf bir kültürün var olduğu bir kültür coğrafyasıydı, o dönemde bunun aksine İberya yarım adasının geri kalanında çok daha kültürsüz bir yaşam olduğundan söz edilebilir. Hz. Süleyman’ın Kurtuba şehrinin kuruluşu sırasında buraya geldiğine dair önemli Müslüman tarihçi El Rasi’ye ait kayıtlar bulunmaktadır. Şunu gözden kaçırmamalıyız, üç bin yıllık bir kültür, yazın ve sanat tarihinden bahsediyoruz. Hudut dediğimizde ise, evet huduttur çünkü her zaman İberya yarımadasında, yüksek platoların bir hudut oluşturduğunu söyleriz. Orta Çağ’daki Endülüs Emevi devleti günümüzdeki Endülüs Eyaletinde varlık göstermiştir.

Başka bir manada, sınırlar aynı zamanda uzak dünyaların birbirleri ile buluştukları yerdir ve Endülüs’ün bu rolünü hakkıyla yerine getirdiği barizdir. Yunanların bütün eski bilgileri İskenderiye ekolünde elde edilmişti ve Endülüs’e ulaşmıştı, Yunancadan Arapçaya Kurtuba’da tercüme edilmişti. Daha sonraları, Toledo’da çevirmenler okulunda tercüme edilerek Avrupa’ya ulaşmıştır. Yani, Avrupa klasik Greko-Latin mirasına Müslümanlar aracılığı ile, özellikle de II. Hakem halifeliği döneminde kültürel ihtişamın görüldüğü zaman diliminde ulaşmıştır (10. yüzyılın ortalarında). Şüphesiz Endülüs’ün bu hudutsal doğası onu kültürlerin ve bilgilerin geçtiği bir belde konumuna getirmiştir.

İki kitabınızı da Türkçeye çeviren kişi olarak kitaplarınızdan belki profesyonelliği biraz aşarak etkilendiğimi belirtmeliyim. İlk olarak şunu sormak istiyorum, siz bir sanatçısınız. Ve sanatla uğraşırken Hakikat’e yönelmişsiniz. Sanatla Allah arasında nasıl bağ kurdunuz?

Önce ikilik konusundan, rezonans (değmeden ığrandırmak) konusundan bahsetmiştik. Tasavvufta klasik bir figür vardır, Nefes-i Rahmandır. Bu figürde bir çift kare görülür, bu karelerden birisi dışarı doğru genişler, diğeri ise içeri doğru büzüşür, yoğunlaşır.

İkisinin toplamı Nefes-i Rahmandır, şefkatin nefesidir. Dışarı doğru yayılan bir hareket vardır, bu Cemal’dir, güzelliktir ve içeri doğru yoğunlaşan bir hareket vardır, bu ise Celal’dir, görkemdir. Hicret, bu Cemal ve Celal arasında, Mekke ile Medine arasında gerçekleşir, hicret harekettir.

Sanat da bir şekliyle güzellikten doğar, ilahi yaratılışın yayılım evresidir. Allah Subhanehu Teala’nın dünyayı yaratma sebebi olarak, Rahmetinin taşması, enginliği olduğu söylenir. O insanları da kalplerinde O’nu taşıma kapasitesi ile yaratmıştır. Ona emanet vermesi ona bir ayrıcalık vermesi demektir, onu yaratılışın halifesi kılmasıdır. Allah’ın Halifesi olmak bir yönüyle onun temsilcisi olmak demektir. O halde, onda kutsi vasıflar ve erdemler vardır. Bunlardan birisi de yaratıcı tasavvur kabiliyetidir. Sanat yaratıcı tasavvurdan doğar, şiir yaratıcı tasavvurdan doğar. En büyük dervişler aynı zamanda en büyük sanatçılar ve şairler olmuşlardır. Hz. Mevlâna muhteşem eseri Mesnevi’yi yazmıştır, o eser safi bir sanat eseridir, safi bir enginliktir. Sanat dediğin budur, artık kendine sığamayıp bir taşmadır. Güzellik yoluyla, Allah’ın rahmetinin taşmasının dışa doğru yayılım evresi yoluyla Hakk’ın aranmasıdır.

“İslam ve Çağdaş Sanat” isimli kitabınızda “yapısal ikilik” diye bir kavramdan bahsediyorsunuz. Bu kavramı biraz açar mısınız?

Bu kavram Nefes-i Rahman’la ilgilidir. Allah Subhan Allahu ve Teala bize Kuran-ı Kerim’de her şeyin çift yaratıldığını söylemektedir. Bu ikilikten bütün çokluk, çeşitlilik türemektedir. Kuşkusuz bu çokluğun bir soyutlamasını yaptığımızda bunun bir ikiliğe, bir kalp atışına indirgendiğini gözlemliyoruz. Soluk almak da böyledir, bir içe çekme ve dışa vermeden oluşur. Kalp de böyledir, kasılır ve gevşer. Yaratılmışların bir doğumu vardır, bir de ölümü vardır. Canlılar olarak geceyi ve gündüzü, soğuğu ve sıcağı yaşıyoruz. Yaratılmışlardaki bu gerilim olmadan, bu yapısal ikilik olmadan, yaratılıştan söz edilemez. (Bu ikilik, Yaratıcıyla ilgili değil, yaratılmışla ilgilidir.) Bu gerilimli ikilik bütün yaratılışı ayakta tutan temeldir. Allah Subhan Allahu ve Teala bize Kuran-ı Kerim’de “insanoğlunu çift yarattık” der. Çünkü bu yapısal gerilim olmadan hayat mümkün olmazdı. Bu kalp atışlarımızı kaydeden elektro diyagram gibidir, yukarı ve aşağı, sağa ve sola, kuzeye ve güneye inip çıkan dalgalar hayatta olduğumuzu gösterir. Dalgalar düz bir çizgi olduğunda artık ölmüşüzdür. Yapısal ikilik bütün hayatın üzerine kurulu olduğu temeldir, bu temel üzerinde hareketi ve farklılaşmayı üreten gerilim bulunur.

Rezonans kavramı da bu bağlamda anlaşılabilir mi?

Rezonans nesnelerin arasındaki bağları keşfetmek demektir, Tevhid demektir. Örneğin bir müzik enstrümanı alırız, bir piyano olsun. Bir teli titrettiğinde, bu titreşim rezonans nedeniyle sen diğer telin ucundaki tuşa dokunmasan da diğer teli de titretir. Bu bağ görünmez olsa da vardır. Bu şey İbn Arabi’nin genişçe bahsettiği Tevhid İlmi olarak isimlendirdiğimiz şeydir. Rezonans Tevhid’in temelidir. Çağdaş bilim, Kuantum Mekaniği bize bu ilkeden bahsetmektedir. Bu mekanizmacı (mekanisist) olmayan, bütüncül yeni modellemeyle örtüşmektedir. Bu birbiriyle ilişkili olmayı, bağlı olmayı, uyumlu olmayı ifade eden bir kavramdır.

Kitaplarınızda isimlerini sıklıkla zikrettiğiniz Kandinsky, Malevitch, Paul Klee, Cézanne gibi ressamlardan, Goethe gibi düşünürlerden etkilendiğiniz kanaatindeyim. Bu kişilerin sizi etkileyen yönleri nelerdi?

Bu sanatçı ve düşünürlerin beni en fazla çeken yönleri hakikatin, güzelliğin peşinde olmalarıydı; çünkü bazen hakikat ve güzelliğin karıştırıldığı zamanlar vardır, halbuki her ikisi de aynı şeydir.

Kandinsky beni çok etkilemiştir, çünkü bir sentez arayışındaydı. Sanatları, teknikleri birleştirme gayretindeydi. Somut manada bir Tevhid arayışındaydı. Sonradan öğrendim ki, o Madam Blavatsky’nin felsefe grubunun üyesi olarak 20. yüzyılın başlarında Cezayir’de bulunmuştu ve Şeyh Ahmed Alevi’nin müritleri ile temas kurmuştu. Ve orada 20. yüzyıl batı sanatının bütün görsel teorisini ifade etmeye yarayan bir dizi bilgiler yumağı elde ettiler.

Goethe mekanizmacılık karşısında, Newton fiziğine karşı çıkmaktadır, yani kâinatın bir saat gibi çalışması fikrine karşı çıkmaktadır ve varlığın ruhani boyutunun peşine düşmektedir, ruhani hakikati aramaktadır. Bütün bu kişiler ruhun peşinde olmuşlardır. Paul Klee de ruhun peşinde olan bir diğer önemli kişidir. Bir yönüyle, kimileri bir asırdan daha eski olan bu yazarları okumak, bana kendi arayışımda, kendi hayat serüvenimde eşlik etmiştir, kendimi, dünyayı daha çağdaş bir dille anlamama yardım etmiştir.

Kandinsky ve Goethe beni oldukça fazla etkilemiştir. Kandinsky özellikle biçim konusunda etkilemiştir. Sonraları kitaplarımda zikrettiğim Rudolph Arnheim ve Gestalt ekolü gibi diğer yazarları keşfettim ve inceledim. Onlar bana ipuçları verdiler ancak bu ipuçlarını belki de daha entelektüel bir yolla verdiler. Özet olarak ismi zikredilen kişilerin beni içgüdüsel, sezgisel olarak etkilediklerinden ve beni en fazla etkileyen kişiler olduklarından söz edilebilir.

Kitaplarınızı çevirirken, İspanyolcadaki kelimeleri tüketircesine zihninizdeki bir düşünceye mana aramak için çırpındığınızı hissettim. Örneğin, üniter, bütüncül, tekilci gibi… Halbuki o kelime çoğu zaman Türkçede tasavvuf terimi olarak vardı, bu durumda “tevhidi” gibi. Kitabınızda bahsettiğiniz “dilsel sürgün” kavramını bu bağlamda biraz açabilir misiniz?

İnsanoğlunun yaratılışı bir sürgün öyküsüdür. (Hz. Âdem’in Dünya’ya sürgünü gibi) Kur’an-ı Kerim’de Allahu Teala’nın kullarına bir emanet verdiğinden şöyle bahsediliyor: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” Emaneti kabul etmekle, ikilik ağacının meyvesini yemeyi de kabul etti, çünkü emanet aynı zamanda dil manasına da gelir. Ve bu dil, bir sürgündür, çünkü bariz bir şekilde tekliği bozmaktadır. Bir verici ve bir alıcı üzerine kurulur, sen ve ben. Yani, dil tek olanın sürgünüyle üretilir.

Aynı şekilde, kavramsal çağrışım ve zihin tek olandan sürülmeyi ifade ederler. Dil ve düşünce tek bir hakikatin iki farklı ifadesidir, ancak bir kırılma manasına gelirler. Aslında, insanoğlunun dünyadaki yaşamını bir sürgün gibi gören Sühreverdi gibi düşünürler vardır. “El Gurbet, el Garbiyye (batı sürgünü)” kitabında fikirlerin dünyasına dalmayı gün batımının alaca karanlığına benzetmektedir. Bu bakış açısı çok ilginçtir, çünkü Hz. Âdem’in cennetten dünyaya nüzulü tam da böyledir, dil ve zihinle alakalıdır.Tevhidî durumu bozan, kültür ve dünya görüşüdür. Bu tevhid duygusunun yeniden kazanıldığı, zihinden sıyrılan ve Vahdet ile her şey ile bütünleşme haline erdiren Advaita Vedanta gibi fikir akımları vardır. Kuşkusuz, kimliğimizi zihnimiz oluşturduğu müddetçe, sürgündeyiz, vahdetten ayrıyız, cennette değiliz.

Kitaplarınızı okurken, bazı konularda takıntılı olduğunuzu görüyorum. Örneğin bütüncül düşünce, bir şeyin bütün yönlerini hesaba katma gibi. Bir insanın bir şeyin bütün yönlerini hesaba katması fikri biraz ütopik değil midir?

İkilikçi, mekanizmacı bir dünya görüşü ile tevhidî ve bütüncül bir hayat görüşü modellemesi arasında bir geçiş yaşadığımızı düşünüyorum. Tevhidî ve bütüncül bir hayat görüşünden kasıt tek bir olgunun tek bir objenin bütün yönlerini hesaba katmaktır. Bu nedenle rabıtalar ve sembollerin bilgisi çok önemlidir. Bu konu üzerine çok kafa yormuş yazarlardan birisi de sembol ve mecazın birbirinden ayırt edilmesi gerektiğinden bahseden Henry Corbin’dir. Hepimiz bize kültürümüzün birtakım gerçeklerin anlamını vermesine alışığızdır, yani bu tür anlam kurmaya mit denir, mitoloji denir. Örneğin Zeus’un fırtınaları ve şimşekleri ile ilgili miti bize hayatın ışıkla ve suyla oluşumuna dair belirli yönlerini açıklamaktadır… Kuşkusuz, bir mecaza birçok farklı anlam yüklenebilir. Corbin der ki, mecaza birçok anlam yüklenebilirken sembolde böyle değildir, sembolün tek anlamı vardır. Ve sembol, ruh âlemi ile maddi âlem, ışık ile gölge, gelecek ve geçmiş gibi farklı düzlemler arasında bağ kurar. Yani, sembol çok anlamlıdır. Önceden sizin de vurguladığınız üzere eski dillerin çok farklı anlam düzeyleri vardı. Ve bu nedenle sembollerin de farklı okumaları vardır. Bu yüzden son zamanlarda özellikle renkle ilgili çalışmamda çok açık şekilde görüldüğü üzere mecazi olmak yerine sembolik olan bir çerçevede hareket etmeye çalıştım. Daha önceden Malevitch’in, Kandinsky’nin, Platon’un vs. dediği gibi az çoktur anlayışıyla hareket etmeye çalıştım, bu yol çok sade görünse de anlamsal açıdan oldukça derin içeriğe sahiptir. Sadelik ne kadar fazlaysa anlam derinliği de o kadar fazladır, aynı şekilde derin hakikatlerle bağ kurma, rabıtaları keşfetme kapasitesi de o kadar fazladır. Bu bütüncül irfanın kullandığı metotlardan birisidir. Bu nedenle rengin fiziksel, titreşimsel, kimyasal, sembolik, kültürel vb. birçok yönlerini araştırdığım çalışmamı renge dair bütüncül bir yorumsama olarak tanımladım. Başka bir deyişle bize tevhidî bir olgunun fikrini veren rabıtaları aramaya koyuldum. Nihayetinde de Tevhid ilmini, tekilliğin bilgisini uygulamaya çalıştım.

Kitaplarınızda interdisipliner bir metodoloji izliyorsunuz, Sık sık pozitif bilimlere atıf yapıyorsunuz. Bilim fiziksel olguları ele aldığına göre birçok metafiziksel yönü bulunan hakikate bilimle gitmek mümkün müdür?

Bu doğru. Bütüncül bir hayat görüşünü keşfetmenin yollarından birinin interdisipliner olmak ve farklı açıları hesaba katmak olduğunu düşünüyorum. Günümüze kadar üniterizmden bahsetmek çok da moda değildi, çünkü siyasal totaliterizmle karıştırılıyordu. Halbuki birbirleriyle hiçbir alakaları yoktur. Birisi üniterizmdir, diğeri ise totaliterizmdir.

Postmoderniteden bahsedilmeye başlandığı özellikle de 20. yüzyılın 80’li yıllarından itibaren Batı kültüründe olan şey, hakikatin parçalara ayrılmış olarak, bölümlere ayrılmış olarak nitelendirilmesidir. Bu zaman aynı zamanda uzmanlaşmanın da doruk noktasına ulaşmasına denk gelmektedir. Bu durumda ben akıntıya karşı gitmeyi yeğledim.

Tıpta, fizikte ya da ne bileyim dilde bir uzman olacağıma birazcık eski kafalı düşünürlerden olmak istedim. Ben bir sanatçıyım, ancak bilimin bütün yönleriyle ilgileniyorum. Ve bu ya da şu açılar arasında oldukça ilginç rabıtalar olduğunu keşfettim. Bana göre bu uzmanlaşmayı kırmamız gerekir, düşünün ki diz konusunda uzman olmuş bir doktor, başı ağrıyan bir hastaya bakamamaktadır. Bu böyle olmaz, siz bir doktorsanız bütün vücudun nasıl çalıştığını bilmelisiniz. Yani, postmodernitenin sahip olduğu bu parçalama eğilimini kırmak istedim. Ve tıpkı Kandinsky’nin aradığı gibi, tıpkı dervişlerin aradığı gibi bir bütünlüğün, bir sentezin bir tevhidin arayışında oldum. İnşallah bu bütüncül modelleme bize parçalı değil kompakt ve katı bir dünya görüşünü sunan kuantum fiziği gibi bilimlere de yol gösterici olur. Oldukça ilginçtir ki en maddi bilim olan fizik bilim bile ruh dünyasına oldukça yakındır. Bunun aksine, biyoloji gibi hayatla çok içli dışlı olan bir bilim evrim teorisi, mekanizmacılık gibi kıt dünya görüşlerine saplanıp kalmıştır… Yani biyoloji epistemolojik manada fiziğe göre çok geri kalmıştır. Yani fizik biyolojiye göre bütüncül düşünceye daha yakındır. Bu gerçekten şaşırtıcı bir durumdur.

Geleneksel Türk sanatında ve edebiyatında bariz etkileri bulunan Pers medeniyetinden çıkmış olan İşrakilik akımının sanatsal düşünce dünyanızda nasıl bir etkisi oldu?

Sühreverdi’nin, Necmeddin Kübra’nın, Kermani’nin İşrakiliği ile tanışmam Henry Corbin aracılığı ile oldu. Önceden bahsettiğim gibi Corbin’in eserlerine dair yaptığım okumalar düşünce dünyamda ve hayat serüvenimde temel bir yer edindi. Hepimizin bildiği üzere Corbin Tahran Üniversitesinde uzun yıllar boyunca İslami düşünce konusunda ders verdi. O bir Fransızdı. Sanırım Müslüman olmaya eremedi ancak İslami kökleri o kadar derin araştırdı ki, onun kitabını okuyan bir kişi onun Müslüman olduğunu düşünebilirdi, çünkü onun tasavvufu, İslam düşüncesini ele alma şekli, İslami kavramları modelleyişi bütünüyle İslamiydi. Velhasıl Sühreverdi’yi ve İşrakiliği tanımam Corbin aracılığıyla oldu. Bu akımla tanışmam beni oldukça şaşırttı, çünkü her şeyden önce benim için oldukça zor bir yazar olan İbn Arabi’nin eserlerini anlamama yardımcı oldu; sonrasında ise beni Necmeddin Kübra’ya ve renkli ışıkları, birleşik duyuyu bir ruhani deneyim metodu olarak uygulayan diğer bir dizi dervişe ulaştırdı. Yani (birleşik duyu derken) bu bir zikirdi, ama sesli ve sözlü olmak yerine görseldi. Bu durumda, renkli ışıklar görerek içlerindeki gizli merkezler olan letaifleri keşfediyorlardı. Semnani bu letaiflere benliğimiz peygamberleri (peygamberlerin içimizdeki temsilleri) demektedir. Semnani yine der ki, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Âdem’e yöneltilen kelimeleri dinlerken kendi benliğindeki Âdem’i hissedersin. Ya da Kur’an kıraatini dinlerken onun sadece sana indiğini hissederek dinlersin. Evet, hakikaten bu doğrudur, çünkü Kur’an mucizevi bir kitaptır. Anlamsal kapasitesi o kadar zengindir ki, belki de onu aynı anda dinleyen on kişi farklı şeyler anlamaktadır. Çok anlamlıdır ve semboliktir. Mecazi değildir, olabilecek en mükemmel derecede semboliktir. Kur’an’ın sahip olduğu anlam aktarma kapasitesinin muhteşemliği buradan gelmektedir. Bundan dolayı Kur’an’ın birimlerine ayet yani işaret denmektedir. Her bir ayet bir göndermedir, bir sinyaldir. Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle der: “Varlığımızın işaretlerini, ufuklarda ve kendi kalplerinde onlara göstereceğiz.” Yani, bir manada sembol dış dünya ile iç dünya, ufuklar ile kalp arasındaki yaraya merhem olmaktadır. Ve bu bağlamda, sanatçı kişiliğime çok yakın manevi bir okuma buluyorum. Renklerle ve renklerle ilişkili olan duygularla çalışıyorum. Onları anladıkça, yıllar ilerledikçe bu renkler anlamlarla dolarken kültürel özdeşleştirmelerden de sıyrılmaya başladılar. Bana 19. yüzyılın Frederic Portal’ine ait bir kitap verildiğini hatırlıyorum, sözde kitap renk sembolizması hakkındaydı, ancak aslında bir sembolizmadan çok renklerin mecazlarını ele alıyordu. Tahrihçi bir bakış açısıydı. Kırmızı renginin antik Yunanlar için ya da diğerleri için neyi ifade ettiği beni hiç ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren kırmızıyı kendi içimde özümseyerek deneyimlemek. Kırmızı renginin ya da mavi renginin derinliklerine daldım. Sadece tek bir renkle iki ya da üç yıl çalıştım. (mavi ile iki yıl, kırmızı ile üç yıl vb.) Ya da kırmızı ve siyah ya da mavi ve beyaz gibi… Yani, renklerin derinliklerine dalabilmek ve rabıtayı hissedebilmek için, Kandinsky’nin deyişiyle renklerin kokusunu sezebilmek için çok az renkle çalıştım. Bu bağlamda İşrakiler bana çok yardımcı oldu çünkü görsel dünyaya dair Kur’an’da yer alan belirli ipuçlarını anlamama yardım ettiler ki bu oldukça önemliydi. Bütün insani duyular arasında en önemli olanın görme duyusu olduğunu yabana atmamalıyız. Görme duyusu bütün sinir sisteminin üçte birini oluşturmaktadır. Bu nedenle İşrakiler oldukça vurucu olmuştur. Bana önemli ipuçlarını vermişlerdir.

İlk kitabınızda, dünya tarihindeki kavimleri genel çerçevede ikiye ayırdığınızı görüyorum, üniter hayat görüşünü edinenler ve çoğulcu dünya görüşü edinenler. Ancak ikinci kitabınızda, İran’daki tevhidî İşrakilik akımını, üniter bir gelenek olmayan putperest Hinduist çakraları ile birlikte ele almanız bir çelişki doğurmuyor mu?

Doğurmaz, çünkü bir düşünce gelişmektedir. Ben Hint Avrupa kavimleri ile Sami kavimler arasında klasik bir ayrım gözlemlemiştim. Ancak bu ayrımın bu kadar safi olmadığı sonucuna vardım. Hint Avrupalılığa ya da Samiliğe doğru eğilimler var. Ancak saf ırk da saf kültür de bulunmamaktadır. Sürekli bir etkileşim söz konusudur. Bu doğrultuda önceki görüşüm daha somut ve daha uyumlu olan sonraki görüşüme göre daha katıydı. Bu kavramları birbiri ile karşı karşıya getirmek yerine birbirleri ile ilişkilendirmek daha ilginç sonuçlar doğurmaktadır. Örneğin, her zaman Hinduizmin çoktanrılı olduğu kanısına sahiptim. Kuşkusuz, Vedanta üstatları ile tanıştığımda bütün bu kendilerine özgü şeylerin ardında tek olan bir tanrıya inandıklarını fark ettim. Katoliklikte de aynı durum söz konusudur, üçleme denilen şey Hz. İsa Aleyhisselamın mesajının Roma çok tanrıcılığına bir uyarlamasıdır. Burada İspanya’da Semana Santa (Kutsal Hafta) törenlerinde görebileceğiniz gibi azizlere ve resimlere ibadet eden birçok Katolik görebilirsiniz. Hz. Meryem’e ait bu resimler Hindu törenlerindeki görüntülerle neredeyse tıpatıp aynıdır. Bu düpedüz şirktir, çok tanrıcılıktır. Kuşkusuz, halkın dindarlığının uyarlanmasıdır, bazı resimler aracılığı ile halkı Tanrı ile bağlamanın yollarıdır. İbn Arabi kalbinde putperest tapınakları da dâhil olmak üzere kalbinde bütün şekilleri içerdiğini ifade eden o meşhur sözü söylemişti. Vedalarda Brahma, Shiva ve Vişnu başka bir üçleme türünü teşkil ederler. Kuşkusuz, manevi yolda emek harcayan özgün bir Vedanta seninle konuştuğunda sana tanrıdan, mutlak bir kutsiyetten bahsetmektedir. Aynı şekilde İbn Arabi de bundan bahsetmektedir. Yani demem o ki, bu farklılıklar gerçekten var olsalar da bu ayrımları yaparken oldukça dikkatli olmak gerekmektedir. Resmî olarak bir Katolik kilisesi bir cami ile aynı değildir. Camide resimler yoktur ancak başka şirk türleri de vardır, örneğin paraya, üne, sosyal sınıfa ya da fiziksel görünüşe tapma gibi. Putperestliğin çok mertebeleri vardır. Hatta ruhani açıdan tehlikeler de vardır, örneğin birisinin ruhani açıdan bir mertebe, bir kazanım elde ettiğini hissetmesi düşünmesi gibi. Aslında hiçbir mertebe elde edememişsindir, çünkü hiçbir yere varamamışsındır. Önceden peygamberimiz Hz. Muhammed s.a.v.’in manevi durağının, makamının makamsızlık makamı olduğundan bahsetmiştik. Yolculuğun sonuna gelmiş bir yolcunun artık durağı yoktur. Duraklar olduğu sürece, istasyonlar, isimler, haller, mertebeler de vardır. Ancak bir kere nihai yerine vardın mı, artık kesin bir şekilde bu ayrımların hepsi ortadan kalkar. Böylelikle ister mümin olsun ister tevhidî olsun ister müşrik olsun bütün benlikleri anlayan bir bireye dönüşmüş olursun. Bizim rehberimiz Peygamberimiz s.a.v.’dir. O insanlara, Hristiyanlara ya da bütün dünyaya nasıl davranırdı? O herkese iyi davranırdı. Tabii ki düşmanlarıyla da mücadele ederdi. Ancak ilk başta herkese karşı en iyi şekilde muamele ediyordu, hatta hayvanlara bile. O tam manasıyla çevre bilinci olan bir ruhtu. O kıyafetlerine, eşyalarına isimler koyuyordu. Yani, dünya ile kesinlikle canlı ve açık bir ilişkisi vardı; ayrımcı değildi.

Özetle farklı kültürler arasında mücadeleler olsa da arka planda bu kültürler arasındaki paylaşımlara ve etkileşimlere odaklanmamız gerektiğini söylüyorum. (Malumunuz Huntington’un medeniyetler şoku teorisi bayağı moda olmuştu) Ve Müslümanlar olarak insanlığın ve birleştiriciliğin timsali olmamız gerektiğini düşünüyorum. Maalesef günümüzde bunu başaramıyoruz, tam aksine bir geri kalmışlığın, vahşiliğin örneği oluyoruz. Bunu böyle ifade ettiğim için özür dilerim, ancak böyle hissediyorum. Müslümanlar olarak bütünleştiricilik ruhunu, tevhidî ruhu, açık ve bütüncül dünya görüşünü geri kazanmak için mücadele etmeliyiz. Benim buna inancım tamdır.

İlk kitabınızın, Türk okuyucularda hitap ettiği kitle açısından beklenen ilgiyi gördüğü söylenebilir. Umarım ikinci denemeniz olan “İşrak Ruhun Renkleri” de hak ettiği ilgiyi görür. Türk okuyucu ile paylaşmak istediğiniz özel bir şey var mıdır?

Öncelikle Türk okuyucularına Türk kültürüne dair sahip olduğum derin cahillik nedeniyle bir özür borçluyum. Türkiye’yi çok az tanıyorum. Osmanlı tarihini, Türkiye’nin İslam tarihini biraz biliyorum. Hz. Mevlâna’yı ve Mevleviliği seviyorum. Bazı şeyler tesadüfen olmaz. Bazen kendi kendime ben niye burada, Endülüs’te Kurtuba’da yaşarken birdenbire kitaplarımı Türkiye’de Ankara’da yayınlama imkânı doğdu diye soruyorum. Bunun manası nedir diye soruyorum. Bunu sormalıyım da. Kurtuba’da bariz olan Bizans etkisinin dışında, sadece tarihsel olmayan bir bağ olmalı. Aslında, ilginç olan önceden konuştuğumuz gibi benim Müslüman olmadan önceki ismim Rafael Maria de Constantinopla idi. (de Constantinopla: İstanbullu) Şu bağın ne kadar güçlü olduğuna bakar mısın! Ancak bu tarihsel rabıtaların dışında, çağdaşlıkta, güncel dünyada da bir bağ olmalıdır. Endülüs ve İspanya kendi tarihini yeniden tanımalıdır, farklılıkları birleştirmelidir. Bu pahalıya patlamaktadır. Burada elli yıl önce hiç Müslüman yoktu. İspanya 500 yıl boyunca Katolik mezhebinin tekelinde kaldı. İspanya kendi topraklarındaki çeşitliliği tanımayı öğrenmek zorundadır. Türkiye Müslüman bir ülke olarak, modern bir ülke olarak, Avrupa ve Asya arasındaki bir Avrupa ülkesi olarak, gelişim ve sosyal adalet §arzusundaki bir ülke olarak İspanyol Müslümanlar için mükemmel bir örnek olabilir. Sahip olduğum az bilgiye rağmen edindiğim his, Türkiye’de İspanya’dan daha çok kültürel ve entelektüel ilgi ve bilgi arzusu olduğudur. İspanya çok sersemlemiştir. Kendi geçmişini tanımayı reddetmektedir. Párrafos de Moro Nuevo (Yeni Endülüslünün Cümleleri) isimli kitabı yazdığımda birçok insan bundan rahatsızlık duydu. Ben İslami kökenlerini yeniden kazanmak isterken, Yahudi, Cermen, Hristiyan geçmişimi de buldum… Herkes bir bayrak olabilecek bir kitap bekliyordu. Ben ise kendi iç dünyamı keşfetmek ve yansıtmak istiyordum. Ve tıpkı Türkiye gibi bir mozaik, bir karışım olduğumuzu yabana atmadım. Türkiye Boğaz’da iki kıtayı birleştirmektedir. Aynı durum Cebel-i Tarık Boğazında da söz konusudur. Her iki mekân arasında bir berzah, bir araf âlemi gibi olmaları açısından bir paralellik bulunmaktadır. Sizin tarafınızdan çevrilen ve Türk okuyucular tarafından okunan düşüncelerimin, içinde gezdiğim sanatsal ve ruhsal dünyaya ışık tutmasına, bu içinde yaşadığımız sıtma nöbetleri geçiren yoğun dünyanın aydınlatılmasına katkı sağlamasını istiyorum. Global manada çarpıcı bir dönüşümün içinde yaşamaktayız. Ben son savaşın verildiğini düşünüyorum. Ben aydınlığın ve hakikatin kazanacağını düşünüyorum. Benim arzum budur. İnşallah bu olacaktır.

 

Bu söyleşi Hece dergisi Nisan 2019 sayısında ayın söyleşisi olarak yayınlanmıştır.

You may also like...